Powered By Blogger

11 Eylül 2011 Pazar

Topla şunları

Gece yavaş yavaş hakimiyetini kurmuş ve insanlar çekilmişti kapalı kapılar ardına. Dükkan sahipleri bir günü daha bitirmişti. Bundan sonra da pek kimse gelmezdi. Hesap zamanıydı artık ve yarın yapılacakları düşünmek lazımdı. Acaba çabalarının karşılığını alabilecekler miydi? Dönercilerin olduğu caddedeki dükkanlardan bir çalışan dışarı çıktı. Yok muydu son anlarda gelip son bir kazanç sunacak? Ramazan ayı pek hayırlı gelmemişti onlara. Gündüz oruçlu olan insanlar yemezdi, akşam da iftar için döner tercih edilmezdi. Kesat geçen bi gün... Sonra içerden bir ses geldi ve bir anlığına içeri daldı.
Adam sakin sokaklarda arayan bakışlarla karnını doyurabileceği bir yer aramaktaydı. Uzun yolda baktı ne var ne yok diye. Aslında vakit de geç olmuştu. Evde hazır bir şeyler de yoktu, olsa dolaşır mıydı böyle boş boş?
Garson dışarı çıktı ve dışarı bırakmış olduğu siyah çöp poşetlerini karıştıran 8-10 yaşlarındaki çocuğu gördü. Bu vakitte akranları evde sıcak yataklarında yatarken kendisi ne yapıyordu ki? Ekmek parası, evet derdi buydu onun. Adamı görünce biraz ürkek ürkek baktı. O da bir çalışandı ve halinden anlar belki de bir döner verirdi.
Garson yaklaştı çocuğa, adam da dükkana doğru. Adam içeri baktı, ne yenirdi ki bu saatte? Sonra garson bir adım daha attı çocuğa doğru. Adamın dikkati bu ikiliye kaydı, ama onlar hiç fark etmemişti. Sakin sokakta sanki sadece ikisi vardı. Garson bağırmaya başladı birden:"Biraz acele lan. Topla şunları da". Çocuk korktu birden. Sonra aklına geldi:Onun görevi değildi ki bu. Çöpçü değildi ve herhangi bir zorunluluğu yoktu. Ama bir şey diyemedi.
Garson bir hareketlenme gördü. Kafasını kaldırınca çocuğa bağırmalarını izlemekte olan adamı fark etti ve biraz da mahçubiyetle "Buyrun abicim, içeride yerimiz var" diye işe koyuldu hemen.Buyurmadı adam. Yoluna devam etti. İnsanlığa da bir küfür savurdu...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Sen ciddisin ayol!



Nanik yapmaca!

Son zamanlarda sayın devlet böyüklerimiz oldukça komik açıklamalarla karşımıza çıkmaya başladı. İnsan bazen şaka yaptıklarını zannedip kameralara gülümseme ihtiyacı duyuyor...

Mesela ÖSYM başkanı Ali Demir, bu ülkede yaşayan onca insanla dalga geçermiş gibi "LYS de YGS gibi düzgün geçecek" demiş. LYS de şifreli olacak demek istiyor herhalde. Bu cümleyi gerçek anlamında kullanıyorsa bir yerlerde sorunlar var demektir.

Sayın böyüklerimizden Bülent Arınç da "TÜSİAD başa gelirse pornoyu serbest bırakabilir" demiş. Siyaset meydanlarında prim yapmak için böyle bir yola neden başvurur ki insan? 22 Ağustos tarihli internete ve hayatımıza sansür getiren yasayı desteklemek için mi dediniz bunu?

19 Ekim 2010 Salı

"Azalarak bitsin"ler

---Facebook, twitter gibi paylaşım sitelerinde @Ist, @Ankara, @party, @tuvalet, @banyo gibi bilimum yer isimleri sayma azalarak bitsin... her şeyi bilmeyelim demi? Belki de öğrenmek istemiyoruz unutmak istiyoruz bir anlığına. Biraz gizemli olun!



---Mesut Özil başka takımlara her gol attığında ya da iyi oynadığında vah elimizden kaçırdık, yok çok iyi oyuncuymuş değerini bilemedik gibi hareketler içine girme azalarak bitsin...

18 Ekim 2010 Pazartesi

şarkılardan inciler


Love is an excuse to get hurt and to hurt.
Bright Eyes- Lover, I don't have to love



Sımsıkı sev sen sevmeyi
Bazen almadan da vermeyi.

İstanbul şehr-i malın olsa
Ölümden öteye köy yok ya.
Cem Karaca, Oğluma

29 Eylül 2010 Çarşamba

Bir tablo, bir aşk!


Kürk Mantolu Madonna
Erişilmez diye baktığı, adeta taptığı bir kişiye hiç beklemediği şekilde kavuşan, hayatta hiçbir zaman hiç kimseden hiçbir şey talep etmeden bir “ hiç” olarak yaşayan bir adamın, Raif efendinin hikayesini anlatır Sabahattin Ali. Uzun zamandan beri beni bu kadar etkileyen sürükleyici bir kitap okumadığımdan olsa gerek öylesine başladığım bir kitabı bir oturuşta bitmesin diye bekleyerek, sonlara doğru her sayfada daha da üzülerek bitirdim. Coşkun bir şelalenin sularına kapılmış ve nerede sonun geleceğini bile bile ilerlemek gibi bir şeydi sanki. Sadece bir yemek arası verebildim.

Çok fazla teknik kısmına giremem ama şunu diyebilirim: Kürk Mantolu Madonna tertemiz bir aşkın akıcı bir dille sunulan öyküsüdür, her ne kadar mutlu sonlara alışmış bünyelere acı verse de. Aslında bana onu bu kadar sevdiren “kelimeler kıfayetsiz kalıyor” denilen anları güzel bir Türkçe ile bana da yaşatabilmesidir. Lise yıllarında okuduğum Kuyucaklı Yusuf romanından sonra geç kalınmış bir okumaymış, bunu da anlamış oldum.

Romanın anlatıcısı, Raif efendinin sessizliğinin arkasındaki sırrı öğrenme hevesiyle okumaya başladığı günlüğünün içinden hayatını, ruhunu sevdiği kadına adayan bir adamın hikayesine ulaşır. Raif efendi Almanya’da ilk görüşte etkilendiği portrenin sahibine aşık olur. Tablodaki kadın Andrea Del Sarto’nun "Madonna della arpie" tablosuymuş. İtalya’nın Floransa şehrindeki Uffizi Galeri’de sergileniyormuş. Geçen yıl bu şehre gitmiştim ama galeri kapalı olduğu için girememiştik. Keşke önceden okusaymışım belki gider görürdüm :=) Çok görkemli bir görünümü vardı, akşam da olunca daha bir güzeldi.


Neyse portrenin sahibi Maria Puder, Raif efendinin ilgisini fark eder çünkü her gün resim sergisinde tablonun önünde tabloya saatlerce gözleri takılı kalan Raif'i fark etmemek imkansızdır. Ayrıca onunla tanışır da. İkisi de diğer insanlara göre çok farklıdır ve bu, onları daha da yakınlaştırır.

O ana kadar insanları izleyen, onlardan bir istekte bulunmayan, kapılarının süngüsünü hep kapalı tutan Raif, bu sefer bilmediği bir güç tarafından Maria’ya doğru çekilir. Tablodaki gördüğünün aynısını yaşamında, yanıbaşında bulan Raif, rüyada gibidir. Buna benzer şekilde yazar da gerçeği yanımızdaymış, izliyormuşumuz gibi kelimelere dökebilmiştir. Nedenini bilmeden defalarca onun karşısında bulur kendini. “Soul-mate” derler ya onu bulmuş gibidir. Onunlayken adeta kişilik değiştirir. Bütün ortak noktalarına, onca geçirdikleri zamana rağmen Raif’e umut vermez Maria fakat bir gün yılbaşı gecesi birlikte olurlar. İyi bir arkadaşken böyle bir şeye karıştıkları için Maria aslında acı duyar. Bazen yanıbaşımızda bizi anlayan, bize yaşama bağlanma sebebi veren kişileri bir davranış yüzünden kaybetmek korkusu olur ya onu duymuştur Maria.

Diğer taraftan Raif mutludur çünkü su katılmamış aşıktır, o kadar yani. Fakat Maria “bir türlü seni sevemiyorum, bir şeyler eksik ama bilmiyorum” der. Buna rağmen Raif terk etmez, aşkına sahip çıkar. Arkadaş olarak bile olsa devam etmek ister, çünkü Maria hayata olan tek bağlantısıdır. Bu kararlılığını ve aşkının büyüklüğünü gören Maria’nın şu sözleri çok şey anlatır:

- "Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. Bu eksik sana değil bana ait.. Ben de inanmak noksanmış. Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için sana aşık olmadığımı hissetmişim. İnsanlar inanma kabiliyetimi almışlar. Sen beni inandırdın."
Bu sözler ilişkiler hakkında çok şey söyler ve her okuyanı geçmiş ilişkileri hakkında düşüncelere sevk eder. Raif- Maria ilişkisinde o kadar şeyden bahseder ki yazar, bir ucundan kendinizi bulursunuz. Benden garanti! Romanın bir yerinde şöyle bir şey geçer ayrıca:

- "Dünyada bana hiçbir şey tabiatta melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir."

İnsanların tepkilerini incelemeyi seven biri olarak aynen katılıyorum. Ben de çoğu zaman kalabalık arasında zorla gülenleri görünce hemen fark ederim. O yüzden bu cümle direk yakaladı beni okurken. Sadece başkaları mı? Tabii ki değil. Ben de bazen zorla gülünce acı çeker gibi olduğumu fark ediyorum. O an aynada kendime baksam nasıl görünürdüm acaba diye merak ediyorum.

Raif babası ölünce Türkiye’ye dönmek zorunda kalır ama Maria, Raif’e ne zaman nerede olmasını isterse orada olacağı sözünü verir. Fakat bir süre sonra Maria’dan ne mektup ne de herhangi bir cevap gelir. Her neyse efendim sonunda öğrenmiş oluyoruz ki, Raif efendi, 10 yıl boyunca Maria’nın da diğerleri gibi olduğunu düşünür, hayata küser ve bu yüzden hayata sadece bir bitki gibi devam eder. Kendisinden beklenenleri sorgulamadan, karşı koymadan yapar. Elinden oyuncağu alınan çocuk bile bağırır, çağırır, bir şeyler yapar ama o, oyuncağın hiçbir zaman onun olmadığını düşünmektedir . Maria’yı suçlayan, aşkından şüphe duyan ve sonradan kazandığı güvenmek duygusunu bu sefer tamamen yitiren Raif efendi, aslında Maria’nın 10 yıl önce öldüğünü ve hatta ondan -sadece ikisinin gerçeği bildiği- bir çocuğu olduğunu öğrenir bir tesadüf eseri. Ve bu gerçek onu ölüme götürecek kadar acıdır. Bence muhteşem bir finaldir bu. Reşat Nuri Güntekin’in Acımak romanı gibi okuyucuyu son anda vurur. Hiçbir zaman araştırmadan yargılara ulaşmamayı, sonuna kadar gerçekten sevmeyi öğütler. Hayatınızı bu yolda harcayın diyerek cesaret de verir aslında yazar. Karşımıza nerede, ne çıkacak bilemeyiz ama çıkınca da vazgeçemeyiz. Biterken: umut, aşk, inanmak, önyargılar ve Sabahattin Ali...

24 Eylül 2010 Cuma

In the Name of the Father


Baba ve oğullara
Bana gore çok güzel bir girişle başlayan ve Daniel Day Lewis’in döktürdüğü filmlerden bir diğeridir In the Name of the Father (1993 . Bir baba–oğul filmidir. Hayatta babasının sürekli aşağıladığı ve ona güvenmediği bir adam düşünün ve bu adamın bunlar üzerine kendi hayatına bile değer vermeden sağda solda serserilik yaptığını hayal edin. Irlanda’da IRA’nın çok etkili olduğu ve İngiltere merkezi yönetiminin baskıları azaltmak için yeni terror yasası çıkardığı zamanlardır bu.

Oğlunu tehlikelerden özellikle IRA belasından korumak isteyen babası Giuseppe, Belfast’tan Londra’daki kızkardeşinin yanına gitmesini ister. Filmin hemen başlarında hemen göz önüne serilen soğuk baba-evlat ilişkisi ilerleyen dakikalarda işlenen ve filme bir bakıma adını veren bir konu olacaktır. Londra’da halasının yanında kalmayı düşünmeyen ve Belfast’tan tanıdığı bir arkadaşının kaldığı harabe gibi bir binaya giden Gerry ve gemide karşılaştığı arkadaşı dönemi yansıtan hippi arkadaşlarıyla sağda solda gençliklerinin yaşar. Orada gönül macerasına da dalan Gerry, parkta çok yakından geldiğini bildiği bir patlamanın hayatını değiştireceğini nerden bilsin? Harabeden ayrılan ikili parkta Charlie Burke adlı yaşlı bir ihtiyara rastladıkları zaman hayatlarını kurtarabilecek biri olduğunun hiç farkında değildirler. Yolda buldukları anahtarla girdikleri bir fahişenin evini soyan ikili Belfast’a döndüklerinin hemen akabinde terör suçuyla yakalanarak 1 hafta işkence görürler. Hep bildiğimiz kareler gelir soruşturma sırasında: Yapmadıkları şeylerden sorumlu tutmak için polislerin göz altındakileri çeşitli işkenceden geçirmeleri, karşısındakini dinlemeksizin takılmış kasetçalar gibi aynı soruda takılı kalmaları, yakınlarını öldürmekle tehdit ederek suçu üstlerine yıkma çabası. Bunları izlerken de seyircinin öfkeden küfretmesi eksik olmaz tabi. Benim de aynen öyle oldu ama bilmiyordum ki bunlar başlangıç. Oğlunu kurtarmak için gelen baba, onun kızkardeşi ve çocukları da bomba hazırlamak, örgüte yataklık suçundan yakalanır. Gerry ve üç arkadaşı da Guilford olayından dolayı mahkemeye çıkartılır. Ingiltere mahkemesinin ve mahkemedeki insanların İrlanda nefretini kustukları ve insan haklarının en büyük savunucularından olan İngiltere yargı sisteminin büyük bir insan hakları cinayeti işlediği mahkemeye şahit oluruz. Sanık sandalyesinde oturan suçsuz insanların kendi kendilerini sinirden yedikleri, göz göre göre cezalandırıldıkları sahnedelerde izleyenlerin de sinir krizleri geçirmesi olası bir film. Parkta rasladıkları Charlie Burke adlı adamın ifadesini mahkemeden saklayan evil karakteri oynayan başkomiseri yumruklamak istediğim bir film ayrıca. Bütün sanıkların cezalandırılır.

Bundan sonra filmin sanki ikinci kısmı başlar:Baba-oğul ilişkilerini sorgular, geçmişten bahsederler ve giderek birbirlerine daha once göstermedikleri sevgilerini geç de olsa paylaşırlar. Guilford olayını gerçekleştiren adam yakalanır bu arada ve diğer suçlarla birlikte onu da itiraf eder. Ama geri adım atmaktan ve kamuoyu baskısından korkan yüce (!) İngiltere yetkililerini köşeye sıkıştırmaya başlayan kadın bir avukatın mücadelesi her şeyden ümidini kesmiş Gerry’i de harekete geçirir. Babası da bir yandan sürekli kötüye gitmekte olan Gerry aslında bu mücadelesini babası adını sürdürür. Maalesef babası suçsuz bir şekilde düştüğü hapishanede yaşamını yitirir. Haberi vermek için gelen rahibe Gerry’nin tepkisi “Thank you very much” olmuştur. Yüzündeki öfke ve kalbindeki acıyı anlatmaya yeter bu sahne. Giuseppe’nin ölümünün ardından hapishanenin bütün koğuşlarından aşağı atılan yanan kağıt parçaları ve arkada çalan şarkı filmin en hüzünlü ve anlamlı sahnesidir benim için. Bütün mahkumlar tepeden verilen görüntü eşliğinde onun için yas tutuyordur adeta. Pencereden görülen yansımada da bir yıldız kaymasına şahit oluruz. Tekrar yargılama sonucunda serbest kalan Gerry ve arkadaşları 15 gecikmeli gelen adalete karşı duruşlarını bütün izleyicilerin arasından sanki göğe yükselirmiş gibi ön kapıdan çıkarak gösterirler. Mahkemeden babasının da suçsuzluğunun tescilini isteyen Gerry mücadelesine devam edeceğini söyler.

Filmde etkileyen en büyük nokta bütün bunların gerçek oluşuydu. Demokrasi maskesi altına saklanan bazı ülkelerin de geçmişlerine bakınca pek de masum olduklarını söylemek mümkün değildir. İrlanda aksanı, birbirini koruyan kollayan bir İrlanda aile yapısı, IRA ve Büyük Krallık ilişkileri, ve Daniel Day Lewis’in oyunculuğudur benim için filmden geriye kalanlar… İnsanın sinirlerini geren, gerçek bir hikaye olması yönüyle daha da sarsan bir film…