Powered By Blogger

29 Eylül 2010 Çarşamba

Bir tablo, bir aşk!


Kürk Mantolu Madonna
Erişilmez diye baktığı, adeta taptığı bir kişiye hiç beklemediği şekilde kavuşan, hayatta hiçbir zaman hiç kimseden hiçbir şey talep etmeden bir “ hiç” olarak yaşayan bir adamın, Raif efendinin hikayesini anlatır Sabahattin Ali. Uzun zamandan beri beni bu kadar etkileyen sürükleyici bir kitap okumadığımdan olsa gerek öylesine başladığım bir kitabı bir oturuşta bitmesin diye bekleyerek, sonlara doğru her sayfada daha da üzülerek bitirdim. Coşkun bir şelalenin sularına kapılmış ve nerede sonun geleceğini bile bile ilerlemek gibi bir şeydi sanki. Sadece bir yemek arası verebildim.

Çok fazla teknik kısmına giremem ama şunu diyebilirim: Kürk Mantolu Madonna tertemiz bir aşkın akıcı bir dille sunulan öyküsüdür, her ne kadar mutlu sonlara alışmış bünyelere acı verse de. Aslında bana onu bu kadar sevdiren “kelimeler kıfayetsiz kalıyor” denilen anları güzel bir Türkçe ile bana da yaşatabilmesidir. Lise yıllarında okuduğum Kuyucaklı Yusuf romanından sonra geç kalınmış bir okumaymış, bunu da anlamış oldum.

Romanın anlatıcısı, Raif efendinin sessizliğinin arkasındaki sırrı öğrenme hevesiyle okumaya başladığı günlüğünün içinden hayatını, ruhunu sevdiği kadına adayan bir adamın hikayesine ulaşır. Raif efendi Almanya’da ilk görüşte etkilendiği portrenin sahibine aşık olur. Tablodaki kadın Andrea Del Sarto’nun "Madonna della arpie" tablosuymuş. İtalya’nın Floransa şehrindeki Uffizi Galeri’de sergileniyormuş. Geçen yıl bu şehre gitmiştim ama galeri kapalı olduğu için girememiştik. Keşke önceden okusaymışım belki gider görürdüm :=) Çok görkemli bir görünümü vardı, akşam da olunca daha bir güzeldi.


Neyse portrenin sahibi Maria Puder, Raif efendinin ilgisini fark eder çünkü her gün resim sergisinde tablonun önünde tabloya saatlerce gözleri takılı kalan Raif'i fark etmemek imkansızdır. Ayrıca onunla tanışır da. İkisi de diğer insanlara göre çok farklıdır ve bu, onları daha da yakınlaştırır.

O ana kadar insanları izleyen, onlardan bir istekte bulunmayan, kapılarının süngüsünü hep kapalı tutan Raif, bu sefer bilmediği bir güç tarafından Maria’ya doğru çekilir. Tablodaki gördüğünün aynısını yaşamında, yanıbaşında bulan Raif, rüyada gibidir. Buna benzer şekilde yazar da gerçeği yanımızdaymış, izliyormuşumuz gibi kelimelere dökebilmiştir. Nedenini bilmeden defalarca onun karşısında bulur kendini. “Soul-mate” derler ya onu bulmuş gibidir. Onunlayken adeta kişilik değiştirir. Bütün ortak noktalarına, onca geçirdikleri zamana rağmen Raif’e umut vermez Maria fakat bir gün yılbaşı gecesi birlikte olurlar. İyi bir arkadaşken böyle bir şeye karıştıkları için Maria aslında acı duyar. Bazen yanıbaşımızda bizi anlayan, bize yaşama bağlanma sebebi veren kişileri bir davranış yüzünden kaybetmek korkusu olur ya onu duymuştur Maria.

Diğer taraftan Raif mutludur çünkü su katılmamış aşıktır, o kadar yani. Fakat Maria “bir türlü seni sevemiyorum, bir şeyler eksik ama bilmiyorum” der. Buna rağmen Raif terk etmez, aşkına sahip çıkar. Arkadaş olarak bile olsa devam etmek ister, çünkü Maria hayata olan tek bağlantısıdır. Bu kararlılığını ve aşkının büyüklüğünü gören Maria’nın şu sözleri çok şey anlatır:

- "Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. Bu eksik sana değil bana ait.. Ben de inanmak noksanmış. Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için sana aşık olmadığımı hissetmişim. İnsanlar inanma kabiliyetimi almışlar. Sen beni inandırdın."
Bu sözler ilişkiler hakkında çok şey söyler ve her okuyanı geçmiş ilişkileri hakkında düşüncelere sevk eder. Raif- Maria ilişkisinde o kadar şeyden bahseder ki yazar, bir ucundan kendinizi bulursunuz. Benden garanti! Romanın bir yerinde şöyle bir şey geçer ayrıca:

- "Dünyada bana hiçbir şey tabiatta melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir."

İnsanların tepkilerini incelemeyi seven biri olarak aynen katılıyorum. Ben de çoğu zaman kalabalık arasında zorla gülenleri görünce hemen fark ederim. O yüzden bu cümle direk yakaladı beni okurken. Sadece başkaları mı? Tabii ki değil. Ben de bazen zorla gülünce acı çeker gibi olduğumu fark ediyorum. O an aynada kendime baksam nasıl görünürdüm acaba diye merak ediyorum.

Raif babası ölünce Türkiye’ye dönmek zorunda kalır ama Maria, Raif’e ne zaman nerede olmasını isterse orada olacağı sözünü verir. Fakat bir süre sonra Maria’dan ne mektup ne de herhangi bir cevap gelir. Her neyse efendim sonunda öğrenmiş oluyoruz ki, Raif efendi, 10 yıl boyunca Maria’nın da diğerleri gibi olduğunu düşünür, hayata küser ve bu yüzden hayata sadece bir bitki gibi devam eder. Kendisinden beklenenleri sorgulamadan, karşı koymadan yapar. Elinden oyuncağu alınan çocuk bile bağırır, çağırır, bir şeyler yapar ama o, oyuncağın hiçbir zaman onun olmadığını düşünmektedir . Maria’yı suçlayan, aşkından şüphe duyan ve sonradan kazandığı güvenmek duygusunu bu sefer tamamen yitiren Raif efendi, aslında Maria’nın 10 yıl önce öldüğünü ve hatta ondan -sadece ikisinin gerçeği bildiği- bir çocuğu olduğunu öğrenir bir tesadüf eseri. Ve bu gerçek onu ölüme götürecek kadar acıdır. Bence muhteşem bir finaldir bu. Reşat Nuri Güntekin’in Acımak romanı gibi okuyucuyu son anda vurur. Hiçbir zaman araştırmadan yargılara ulaşmamayı, sonuna kadar gerçekten sevmeyi öğütler. Hayatınızı bu yolda harcayın diyerek cesaret de verir aslında yazar. Karşımıza nerede, ne çıkacak bilemeyiz ama çıkınca da vazgeçemeyiz. Biterken: umut, aşk, inanmak, önyargılar ve Sabahattin Ali...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder